Osmanlı Döneminde Dil Sorunu ve Çözüm Arayışları – II
1895 yılında haftalık Servet-i Fünûn dergisi çevresinde toplanan genç yazın insanları tarafından ortaya konan yeni bir yazın akımı, Servet-i Fünûn ya da Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) olarak adlandırıldı. “Sanat sanat için” anlayışını benimseyen bu akımın temsilcileri arasında; şiirde Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif ve Faik Ali Ozansoy; düzyazıda Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit Yalçın bulunmaktaydı. Servet-i Fünûn taraftarları, ağırlıklı olarak Arapça sözcükleri ya da Arapça ve Farsçadan türettikleri yeni sözcükleri ve tamlamaları kullandılar.
Diğer taraftan, aynı dönemde, Mehmet Emin (Yurdakul), Edebiyat-ı Cedide taraftarlarının tersine aruz ölçüsü yerine hece ölçüsüyle şiirler yazdı; “milli edebiyat”ın öncüsü oldu. Bunda o dönemki Yunan savaşının (1897) ve uyanmaya başlayan milliyetçilik duygularının etkisi vardı. Milliyetiyle övünen ve halk arasında heyecan uyandıran bu şiirlerin hece ölçüsüyle ve yalın bir dille yazılması Edebiyat-ı Cedideciler tarafından çokça eleştirildi.
Bununla birlikte, Servet-i Fünûn akımının temsilcilerinden olan Tevfik Fikret’in, oğlu Halûk ile birlikte Mehmet Emin’den dinlediği “Zavalllılar” şiiriyle ilgili şaire gönderdiği 1902 tarihli mektuptaki şu değerlendirmesini de anımsamakta yarar var:
“… Ben ötede bilmiyorum ne ile meşgul idim; işte o vakit çocuk yerinden kalkıp yanıma geldi, yavaşça fakat müteheyyiç [heyecanlı], dedi ki:
- Bu ne güzel ş’ir baba!
İşte muvaffakiyetinize ait en büyük tebrik, azizim. Siz ki şi’rlerinizi köylülere, çiftçilere hitab etmek, fikirlerinizi onlara duyurmak, meş’alenizle o karanlıkları aydınlatmak, hislerinizle o yaraları sarmak, bağlamak emelinizdesiniz; maksadınıza muvaffak olacağınızı, olduğunuzu isbat için minimini bir zihnin manzumenizi bir okunuşta anlamasından daha parlak şahid aramayınız.”[1]
Mehmet Emin’in şiirleri, II. Meşrutiyet (1908) sonrasında Türkçeciler olarak bilinen yeni bir yazın akımının başlamasına neden olmuştur. Aynı yıl kurucuları arasında Necip Asım Bey, Ahmet Mithat Efendi, Bursalı Mehmet Tahir Bey ve Velet Çelebi’nin de aralarında bulunduğu “Türk Derneği” kurulur. Türkçeciler olarak tanınan bu dernek Türk dilinin anlaşılır bir şekilde kullanılmasını sağlayacak çalışmalar gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Yoksa derneğin amacı Türkçeyi kullanılmakta olan Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırmak değildir; ancak sanki öyleymiş gibi Türkçeciler, Servet-i Fünûn taraftarlarının yoğun eleştirilerine hedef olmuşlardır. Dernek kendi adıyla bir de dergi çıkarmıştır; ömrü iki yıl sürmüştür.
Tevfik Fikret, Servet-i Fünûn’da çıkan “Tasfiye-i Lisan” başlıklı yazısından anlaşılabileceği üzere Arapça ve Farsça sözcüklerin korunmasından yanadır:
“Şimdi ne yapacağız? Sadece Türkçe mi yazacağız? Sanmam ki bu mümkün olsun; olsa bile hâlâ uyuşmazlığından şikâyet ettiğimiz konuşma ve yazı dilimiz yine birlik edemeyecektir; çünkü o zaman yazacağımız Türkçe sözcükleri konuşma dilimizden değil, bize Arapça ve Farsçadan daha uzak bir terkedilmiş kaynaktan alacağız. Denilebilir ki bu kaynak doğrusu bize yabancı değildir. Evet ama unutulmuştur, terkedilmiştir, iadesi zamana hem uzun bir zamana muhtaçtır.”[2]
Servet-i Fünûn akımının temsilcilerinden Halit Ziya Uşaklıgil’in savunduğu akımla ilgili olarak yıllar sonra söylediği, içinde özeleştiriyi de barındıran şu sözlerini anımsamakta yarar var:
“Süs merakı bize neler yaptırmış, ne ma’nâsız, ne sebebsiz ibtilâlara [tutkunluklara] yol açmış! Bugünün telâkkisiyle [anlayışıyla] bunu izah etmek oldukça zor bir iş…”
“Bir mehd-i gaşy-âver-i hülya”, “nigâh-ı müceffü müncemidiyle hadâret-i mütemevviceyi…”, “zevk-ı bedâyi’-perestî-i san’atkârane”.
“Şu üç misali tek bir sahife içinden alıyorum…
Şu üç cümlede Arapca ve Farsca kelimelerin birbirine eklenmiş olmasının fikre, hayale ilâve edilmiş bir hizmeti olmadığına şübhe yoktur. O halde ‘hülya ile uyuşturucu bir beşik’, ‘boş ve donmuş bir gözle dalgalanan yeşillikleri…’ aynı kelimeleri kullanarak fakat Türkçe bir terkib [tamlama] ile ‘bedayi meftuniyetinin [eşi benzeri olmayan güzellik tutkusunun] san’at zevki’ demek varken sanki Türkçeden ne kadar uzaklaşılırsa o kadar hüner gösterilmiş olacak vehmiyle [kuruntusuyla] bu garibeleri icadetmek işte o zamanın bir illeti idi…
Bu illetin ma’lûlü [özürlüsü] elbette yalnız Edebiyat-ı cedide değildi, o zaman edebiyata intisab [bağlanma] dâiyesiyle [arzusuyla] geçinen bütün kalem erbabı hiç de başka türlü değillerdi…”[3]
***
Genç Kalemler Dergisi çevresinde oluşan akıma “Yeni Lisan” denilmekteydi. Bunun nedeni Ömer Seyfettin’in sözkonusu dergide yazmış olduğu (1911) “Yeni Lisan” yazısıydı. Genç Kalemler “yeni lisan” tanımlaması nedeniyle Edebiyat-ı Cedideciler tarafından “tasfiyecilik” ile eleştirilirler; gerçekte ise “Yeni Lisancılar”, tasfiyecilik yanlısı olmak bir yana alışılmış Arapça sözcüklerin korunmasından yanaydılar. Yeni Lisancılar tasfiyeci olmadıklarına ilişkin olarak kendilerini sık sık savunmak durumunda kalıyorlardı. Savundukları şey özünde, dilin yabancı dillerin kurallarından arındırılması, ulusal bir dil oluşturulmasıydı. Ulusal yazının ulusal dil ile olanaklı olabileceği görüşünde olan Yeni Lisancılar, İstanbul Türkçesinin örnek alınmasını ve konuşma dilinin yazı dili ile yakınlaştırılmasını önermekteydiler.
Ömer Seyfettin 1912’de Genç Kalemler’de yayımlanan bir yazısında yazarlara şöyle seslenir:
“(…) Ey Türk yazarları! Yazmadan evvel Türkçe konuşmasını, anadilimizin söyleyişini, uyumunu, doğasını, doğru okumayı öğrenmeye, ondaki gizli, derin, geniş güzelliklerinin farkına varmaya gayret ediniz. Ve unutmayınız ki, karalama değil, eser yazıyorsunuz!”[4]
Ömer Seyfettin’in “… teferruatta ne kadar ayrılsam, esasta müttefikim!… İdealimin bir aynını onda görmüşüm.”[5] dediği Ziya Gökalp ise 15 Şubat 1912 tarihli “Kendine Doğru” başlıklı manzumesinde Türkçeye ilişkin olarak şunları söyler:
Evinin yemişi erikle elma,
Komşunun bağından hurmayı alma
Başka dile uymaz annenin sesi,
Her sözün ararsan vardır Türkçesi.
Gökalp böyle demiş olmakla birlikte, Ömer Seyfettin gibi O da Arapça ve Farsça kökenli sözcüklerin çıkarılarak, bunların yerine Türkçe sözcüklerin konulmasını doğru bulmamaktadır. 2 Nisan 1916 tarihinde yayımlanan “Lisan” başlıklı şiirinde ise şöyle der:
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize;
Istanbul konuşması
En saf, en ince bize.
…
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız
Türkçeleşmiş Türkçedir
Eski köke tapmayız.
…
Arabcaya meyletme
İran’a da hiç gitme;
Tecvidi [süslemeyi] halktan öğren
Fasihlerden [güzel konuşanlardan] öğren.
…
“Arapcaya meyletme” demiş olsa da Gökalp, Türkçe köklerden değil Arapça köklerden yeni sözcükler türetmeyi yeğlemiştir; örneğin, “fikir” sözcüğünden türetmiş olduğu “mefkûre” sözcüğü ile Fransızca “ideal” sözcüğünü karşılamak istemiştir. Türkçe kökten türetilen “günaydın” sözcüğünün ise yaşayamayacağını söylemiştir. Ancak bugün “günaydın” sözcüğü, benimsediğimiz ve kullandığımız sözcüklerimizden olmuştur.
Son olarak İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un Türkçe ile ilgili görüşlerini aktaralım. Ersoy, dildeki yabancılaşmaya karşıdır; ama karşı olduğu şey gerçekte Batı kaynaklı terimlerdir; yabancı kaynaklı sözcükleri alacaksak da onları olduğu gibi değil dilimize uygun olarak almamız gerektiğini savunur. Safahat (1911) adlı yapıtında bakın bunu nasıl anlatır:
…
Biraz değişmeli artık bu düşünce biçimi
“Dile hiç yenilik sokmayın!” demek: Delilik
…
Kullanımını aynen alırsak İngiliz’in,
Fransız’ın, ne olur hali, sonra, söyleyişimizin?
Dilin olmalıdır bir ulusal ağırlığı
O olmadıkça kolay değil yükselmesi[6]
Mehmet Âkif Ersoy aynı zamanda yalın bir dilden yanadır:
“Evet lisanın sadeleşmesi farzdır. Gazetelerde zabıta vukuatı öyle ağır bir lisanla yazılıyor ki avam onu dua gibi dinliyor…”[7]
Dilin yalınlaşmasından yana olan Ersoy, abartılı yazın örneklerine karşıdır. Bununla birlikte Ersoy Türkçenin, başlı başına bir dil olmadığını, Arapça ve Farsçaya gereksinimi olduğunu düşünmektedir. Bunun için okullarda Arapça ve Farsçanın gereği gibi öğretilmesini ister:
“Mekteblerimizde lisan derslerinin ne kadar geniş bir mevki’ işgal ettiğini anlatmak lüzumsuzdur. Bir kere Türkçemiz başlı başına bir dil olmayıp Şarkın iki mühim lisanı olan Arab, Acem lisanlarının muavenetiyle [yardımıyla] yaşadığından, bir de kim ne isterse desin, müfrit [aşırı] bir tasfiyeye taraf-dar olanlar ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Osmanlılar içün bu iki lisandan aldıkları kelimelerin bir çoğunu geri vermek ne şimdiki halde, ne de gelecek zamanda kabil olamayacağından; hattâ fünun-ı hâzırayı [medeni bilimleri] memleketimize getirdikçe vaz’ına [yerleştirilmesine] mecburiyet görülen ıstılâhat [terimler] içün yeniden kelimeler, terkipler [tamlamalar] istikrazında [borç alınmasında] muztar [çaresiz] kalacağımızdan lisan derslerine verilecek ehemmniyet çok görülmemelidir.”[8]
***
Bu aşamada yeni harf arayışlarından da söz etmek yerinde olacaktır. Enver Ziya Karal’a göre, Arap harflerinin Türkçe için yetersiz olduğunu ilk kez 17. Yüzyılda, Kâtip Çelebi ortaya koyar: “Herkes onaylar ki müddeti ömründe doğru yazılmış bir kitap öğrenememiştir.”[9]
Agâh Sırrı Levend ise Münif Efendi’nin (Paşa), 1862 yılında Cem’iyyet-i İlmiye-i Osmaniyye’de [Osmanlı İlim Cemiyeti] yapmış olduğu bir konuşmasında, Arapça harflerin ne şekilde okunacağını gösteren işaretlerin bizim yazımıza tam olarak uygulanamadığını, bu nedenle de bir sözcüğün birden farklı şekilde okunabildiğini söylediğini aktarır.[10] Bir sözcüğün birden çok şekilde okunması anlam karışıklığına neden olmaktadır. Münif Efendi’nin önermiş olduğu çözümlerden biri kullanılmakta olan sözcüklerin olduğu gibi bırakılması ve üzerlerine yeni işaretlerin eklenmesi, bir diğeri de sözcüklerin birleştirilmeyip ayrı yazılması şeklindedir. Aynı yazıldığı halde farklı okunan sözcükler için harflere işaret koyma işi 1870 yılında Basiret gazetesinde, Şinasi tarafından denenir.[11]
Agah Sırrı Levend, çok bilinmeyen başka bir bilgiyi daha paylaşır: Yenişehirli Avni’nin ölüm yılı olan 1884 öncesinde tasarlamış olabileceği “harflerin ıslahı” işi. O’nun görüşleri de Arap harflerinin Türkçe için yeterli olmadığı şeklindedir:
“Fakat bizim Müslümanların, özellikle Osmanlı toplumunun ilimde geri kalmasının nedeni yazı biçiminin yetersizliği ve öğrenim yönteminin düzensizliğidir… Arapçanın yazı biçimi Türkçe için yeterli değildir.”[12]
1863 yılında Azerbaycanlı Ahondzade Mirza Fathali’nin harflerle ilgili olarak Sadaret’e [Başvekillik] sunmuş olduğu çalışmada[13] vurguladığı ana görüşleri ise şöyledir: “Arapça yazılan ve Türkçe okunan sözcüklerin birden çok şekilde okunabilir olması anlam karışıklığına neden olmaktadır; harflerin değiştirilmesine gereksinim vardır.” Başvekillik makamı tarafından Münif Efendi’nin başkanı olduğu Osmanlı İlim Cemiyeti’ne gönderilen çalışma Kurum tarafından incelenir ve özetle şöyle yanıt verilir:
“Eski harflerin düzeltilmesi gerekmektedir. Sözkonusu çalışma bu amaca uygundur. Bununla birlikte harflerde yapılacak değişiklik İslâm eserlerinin unutulmasına neden olacağından çalışmanın uygulanması uygun değildir.”
Diğer taraftan Karal, Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu adlı yapıtında şu bilgiyi paylaşır:
1869 yılında Mustafa Celâlettin Paşa, Türk dilinin yenilenmesine ilişkin olarak Latin harflerine eğilimli olduğunu duyurmuş ve kızına Latin harfleriyle Türkçe mektuplar yazmıştır.[14]
Karal’ın aynı yapıtında bir dönem Arapçanın resmi dil yapılması düşüncesinde iken sonradan bundan vaz geçen II. Abdülhamit’in Latin abecesi ile ilgili şu sözleri de yer almaktadır:
“Halkımızın büyük bir kısmının okumak yazmak bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına alışmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz.”[15]
Aynı dönemlerde, Arnavutlar okuma yazmayı yaygınlaştırmak için 1879 yılında Arnavut İlim Cemiyeti (Cem’iyyet-i İlmiyye-i Arnavudiyye) adı altında bir dernek kurarlar. Müslüman olanlar Arap harflerini, Rumlar Rum harflerini, Latinler Latin harflerini kullanmakta idiler. Dernek yapmış olduğu çalışmalar sonrasında Latin harflerinin kullanılmasını önermişse de bu konuda bir sonuca ulaşılamamıştır.[16]
Üzerinde çalışılırken Anadolu ağızlarından da yararlanılan, zaman zaman içerisinde öz Türkçe sözcüklere de yer verilen dilbilgisi kitabı Mikyasu’l-Lisan Kıstasu’l-Beyan’ın yazarı Kütahyalı Abdurrahman Fevzi Bey’in görüşleri de Latin harflerinin Türkçeye uygun olacağına ilişkindir.[17]
Harflerin ayrı yazılmasıyla ilgili olarak daha sonraki dönemlerde Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı iken orduda kullanılmasını emrettiği “Ordu elifbası” adı verilen denemeyi de harf konusundaki arayışlara verebileceğimiz örnekler arasında sayabiliriz. O dönemde orduda işleri uzattığı gerekçesiyle bir süre sonra bu denemeden de vazgeçilir.[18]
***
Harf ve Dil Devrimleri sürecini başlatan en önemli etken, yaşanan sorunların zorladığı dildeki iyileşme arayışları olmuştur. Çoğu aydın dil sorunlarıyla ilgili çözüm arayışları sırasında şu düşünceleri öne sürmüşlerdir:
“Türkçe, Arapça ve Farsça ile bağdaşmamaktadır; üçü de yapısal olarak birbirinden farklıdır. Üç dilin birleşiminden oluşan ve Osmanlıca olarak adlandırılan dilin okunmasında ve yazılmasında zorluklar vardır. Arapça harflerin ne şekilde okunacağını gösteren işaretler bizim yazımıza tam olarak uygulanamamaktadır. Bu sorundan kaynaklı olarak, bir sözcük birden farklı şekilde okunabilmektedir. Bir sözcüğün birden farklı şekilde okunması anlam karışıklığı yaratmaktadır. Diğer taraftan Batıdaki gelişmeler doğrultusunda yeni yeni gelmekte olan teknik ağırlıklı sözcüklerin dilimizde karşılanması gerekmektedir. Ne var ki yabancı terimler çoğunlukla Türkçeye değil Arapça ve Farsçaya dayalı türetilmektedir. Yabancı kökenli sözcüklerle bezenmiş tamlamalar, abartılı ve süslü tümceler nedeniyle aydınlarla halk arasında uçurum oluşmuştur. Halktan kopuk duruma gelen dil nedeniyle oluşan uçurumun kapatılması için kullanılacak en etkili yol halkın kullandığı dilin yazı diline yakınlaştırılmasıdır.”
Ancak tüm bu arayışlara karşın ne harfler konusunda ne de dil konusunda çözüm olabilecek düzeyde bir sonuca bir türlü varılamamıştır. Ömer Seyfettin, 1914 yılında Türk Sözü’nde yayımlanan bir yazısında dilimizin Türkçeleştirilmesi için bir kahraman beklediğini anlatır:
“Lisanımızın kendi kendine Türkçeleşmesini beklemek boştur. Biz cehdedip [çaba gösterip] Türkçeleştirmeli, kendimizi eski edebiyat lisanının intihalarından, selikamızda [güzel konuşma ve yazma yeteneğimizde] olmayan klişe terkiplerden [tamlamalardan] kurtarmalıyız. Konuşulan Türkçe beş altı asır evvel de vardı. Bugün de vardır. Fakat yazılmıyor. İş onu bütün güzelliğiyle, tabiatıyla, edasıyla [anlatış yoluyla], sarfıyla [sözcük bilgisiyle], şivesiyle [söyleyişiyle] yazmakta…
Milletler ve edebiyatlar hep lisandan doğar. Konuşulan ve sevk-i tabiîmizde [içgüdülerimizde] yaşayan Türkçeyi eski edebiyat lisanının marazî [hastalıklı] intihalarına [uçlarına] karşı cehdederek [çalışıp çabalayarak] yazacak inkılâpçı [devrimci] bence insanlığın fevkinde [üzerinde] mevcuttur.
Ben bütün milli, içtimai ve edebi ümitlerimi kendisine atfettiğim kahramanı bekliyorum. Fakat o hâlâ gelmiyor.”[19]
Türkçe için bir kahraman beklediğini söyleyen Ömer Seyfettin ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen Harf ve Dil Devrimleri’ni göremeden 1920 yılında ölmüştür.
Suat Yakup Baydur’un dediği gibi: “Uzun yüzyıllardan sonra bugün dil devrimimiz Türk aydınlarını basmakalıp, kökü bilinmez yabancı kelimelerle değil, aralarındaki bağlantıları, kökleri, kuruluşları kolayca seçilebilecek, sezilebilecek Türkçe sözlerle düşünmek ve düşündüğünü yazmak bahtlılığına kavuşturmuştur.”[20]
Bugün dilde geldiğimiz aşamanın uzun ve inişli çıkışlı bir geçmişin sonucu olduğunu, dildeki gelişmelerin uluslaşma sürecinin etkisiyle ivmelendiğini görmekteyiz. Cumhuriyet sonrası gerçekleştirilen Harf ve Dil Devrimleri, toplumun yıllarca sıkıntısını yaşadığı dil sorunlarına çözüm getirmiştir. Arap harfleriyle yazılmış Osmanlı Dönemi yapıtlarından bugünün diline çevrilmeyeni, sanmıyorum ki olsun; kalmışsa da çevrilmemesi için bir engel göremiyorum. Bununla birlikte, zaman zaman kimi yazın insanları, Harf ve Dil Devrimleri’nin geçmişimizle bağımızın kopmasına neden olduğu düşüncesini dillendirmekte; atalarına ait mezar taşları üzerindeki Arapça harflerle yazılmış yazıları okuyamaz duruma geldiklerinden yakınmaktalar. Oysaki yazılarda kullanılmış olan harflerin hangi seslere karşılık geldiğini öğrenmek, bu yazıları okumak için yeterli olmalıdır; yeter ki yazılmış olanlar Türkçe olsun.
Ahmet Pekel, Osmanlı Döneminde Dil Sorunu ve Çözüm Arayışları – II, Çağdaş Türk Dili Dergisi, Dil Derneği, Ankara, Eylül 2020, Sayı 391, Sf. 426-432
[1] Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Dil Derneği, Ankara, 2011, sf.284
[2] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf.234
Özgün şekli şöyle:
“Şimdi ne yapacağız? Sırf Türkçe mi yazacağız? Zannetmem ki bu mümkin olsun; olsa bile-hâlâ ihtilafından şikâyet ettiğimiz lisan-ı tekellüm ile lisan-ı tahririmiz yine ittihad edemeyecektir; çünki o zaman da yazacağımız Türkçe kelimeleri, tekellüm ettiğimiz lisandan değil, bize Arabî ve Farsîden daha uzak bir menba’-ı metrûkten alacağız. Denilebilir ki bu menba’ esase’n bize yabancı değildir. Evet lâkin unutulmuştur, metrûktür, iadesi vakte hem uzun bir vakte muhtaçtır.”
[3] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf. 239
[4] Ömer Seyfettin, Bütün Nesirleri, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2016, sf.300
Özgün şekli şöyle:
“(…) Ey Türk muharrirleri! Yazmadan evvel Türkçe konuşmasını, anadilimizin şivesini, ahengini, tabiatını, tecvidini öğrenmeye, ondaki gizli, derin, vasî güzelliklerinin farkına varmaya gayret ediniz. Ve unutmayınız ki, karalama değil, eser yazıyorsunuz!”
[5] Ömer Seyfettin: aynı yapıt, sf.43
[6] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 729, İstanbul, 1987
Özgün şekli şöyle:
…
Biraz değişmeli artık bu eski zihniyet.
“Lisâna hiç yenilik sokmayın!” demek: Cinnet.
…
Tasarrufaâtını aynen alırsak İngiliz’in,
Fransız’ın, ne olur hali, sonra, şîvemizin?
Lisânın olmalıdır bir vakâr-ı millîsi,
O olmadıkça müyesser değil teâlisi.
…
[7] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt sf. 311
[8] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt sf.312
[9] Ord.Prof.Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu, Tarih Açısından Bir Açıklama, Başkent Üniversitesi, Ankara, 2017, sf.60
[10] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf.153-155
[11] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf.162
[12] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf.155
Özgün şekli şöyle:
“Lâkin bizim ehl-i islâmın, hususiyle Osmanlı akvamının ilm ü ma’rifette geri kalmasının sebeb-i kavisi ‘resm-i hat’tın adem-i kifayeti ve usûl-i tedrisin adem-i intizamıdır… Arabînin resm-i hattı lisan-ı Türkî içün kâfi değildir.”
[13] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf.155-156
[14] Ord.Prof. Enver Ziya Karal: aynı yapıt, sf.60
[15] Ord.Prof. Enver Ziya Karal: aynı yapıt, sf.62
[16] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf.160
[17] Prof.Dr.Fuat Bozkurt, Türklerin Dili, Eğitim Yayınevi, Konya, 2012, sf. 235
[18] Agâh Sırrı Levend: aynı yapıt, sf.360
[19] Ömer Seyfettin: aynı yapıt, sf. 150
[20] Doç.Dr. Suat Yakup Baydur, Dil ve Kültür, Cumhuriyet Yayınları, 1999